J. J. Rousseau (1889), Emile ya da Eğitim Üzerine adlı kitabında şöyle der:
İnsanlar, insan olun; bu sizin ilk görevinizdir. Her durumda, her yaşta, insana yabancı olmayan her şeyde insan olun. Sizin için insanlık dışında hangi bilgelik vardır? Çocukları sevin; oyunlarını, zevklerini, sevimli içgüdülerini destekleyin. İçinizden hanginiz gülümsemenin dudaklardan eksik olmadığı ve ruhun hep huzur içinde olduğu o yaşı kimi zaman özlemle aramamıştır? Bu küçük masumların, ellerinden çabucak kaçan bu kısacık zamandan ve kötüye kullanamayacakları bunca değerli bir maldan yararlanmalarını neden engellemek istiyorsunuz? Sizin için geri gelemeyeceği gibi onlar için de geri gelmeyecek olan bu kadar kısa ilk yılları neden üzüntü ve acılarla doldurmak istiyorsunuz? Babalar, ölümün çocuklarınızı beklediği anı biliyor musunuz? (s. 43).
Hayali bir kurgu ile bir çocuğun doğumundan itibaren nasıl eğitileceğine dair yazan Rousseau (1889), bu eserinde günümüz modern eğitim sistemini de etkilemiştir. Yazar, oyunun önemine dikkat çekerken, çocukların içgüdülerine önem verilmesi ve desteklenmesi gerektiğini belirtmektedir. Zira, çocuklar, oyun oynayarak büyümekte ve hayatı oyun oynayarak öğrenmektedirler.
Oyun, her ne kadar çocukla özdeşleştirilse de, yetişkinler arasında da yaygın bir faaliyettir. Bu durum, oyuncak kavramı için de bir ölçüde geçerlidir. Ancak Antik Yunan’da oyun, aslen çocuklarla ilişkiliydi. Huizinga (1995/2006), oyun ve çocuk kelimelerinin Yunanca’da etimolojik karşılığını şöyle açıklamaktadır:
Yunancada oyunu ifade etmek için “paidiá” terimi kullanılmaktadır. Kelime anlamı olarak çocuğa ait olan paidiá, çocuksuluk anlamına gelen “paídia” teriminden vurgusuyla ayrılmaktadır (p. 51). (…) Yunan’da, çocuk oyunu ve çocuklaşma anlamı, paidia tarafından ifade edilen oyunsal terime, etimolojik kökeninden ötürü çok güçlü bir şekilde dahil olmaktadır. Paidia, üst oyunsal biçimleri belirlemekte zorlanmaktadır: Çocuk fikri bu kavramla çözülmez bir ortaklık içindedir. Bunun sonucu olarak, bu üst oyunsal biçimler, agön (yarışma), scholazein (boş zaman geçirmek), diagógé (kelime anlamı: dağıtma) gibi dar kapsamlı terimlerde ifadesini bulmuştur (s. 203).
Bir kavram olarak çocukluk, yüzyıllar içerisinde geçirdiği değişim ve gelişimle birlikte bugünkü halini almıştır. Onur (2013), Ortaçağ toplumlarında çocukların, yetişkinin minyatür bir kopyası gibi yaşadığını belirtmektedir. O dönemde çocuklar, bir yetişkin gibi giyinen, beslenen ve onlarla aynı oyunu oynayan varlıklardı. Kendilerine özgü giysileri, oyuncakları ve oyunlardı yoktu (Onur, 2013: 151). Ancak çocuk, bu “eşitlikten” zarar görmekteydi. Gander ve Gandiner’in aktardığına göre, yetişkinlerle aynı şekilde yaşayan çocuklar, tıpkı birer yetişkin gibi kumar oynuyor, içki içiyor ve yetişkinlerin çalışma alanlarını paylaşıyordu (Gander ve Gandiner’den aktaran Onur, 2013, s. 152).
Çocukluk kavramının biyolojik bir kavram değil, toplumsal bir kurgu olduğundan bahseden Postman (1995), “çocukluk” fikrinin Rönesans döneminde çıktığını ve günümüze kadar süregeldiğini belirtmektedir (Postman, 1995, s. 5-8). Çocuğun, yetişkinden apayrı bir varlık olarak kabulü, Batı toplumlarında ortaya çıkmaktadır. Onur (2013), 16. yüzyılda Rönesans’la başlayan çocukluk anlayışının, 17. yüzyılda hızlandığını ve 18. yüzyılda ise devrim niteliği kazandığından bahsetmektedir (Onur, 2013, s. 152). Akın, çocuk kültürünü korumacı düşüncenin 18. yüzyılın başlarında geliştirilen koruyucu aşıların sayesinde ortaya çıktığından bahsetmektedir (Türk Tabibleri Birliği, t.y.) “Koruyucu aşılardan önce çocuklar, bulaşıcı hastalıklardan dolayı geleceği belirsiz varlıklardı. Ölüm oranları en çok çocuklar arasında yüksekti. Endüstri Devrimi’yle birlikte geliştirilen ve uygulanan aşılar sayesinde çocuklar, artık hayatta kalan birer varlık oldu ve eğitimine, gelişimine önem verildi” (Sunay Akın, kişisel görüşme, 3 Nisan 2018) . Onur’un bahsettiği 18. yüzyılda kazanılan ivme, Akın’ın belirttiği Endüstri Devrimi’yle aşağı yukarı aynı zamana denk gelmektedir.
Bulaşıcı hastalıklardan kurtulan ve hayatta kalan çocuk, artık kendine özgü kıyafetleri, oyuncakları ve eğitim hayatı olan bir varlık haline geldi. Şirin’e göre (1998), okulun yaygınlaşması, çocukla yetişkinin birbirinden kesin sınırlarla ayrılmasına neden olmuştur. İnsanı çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek gibi kategorilere ayırma eğilimi, çocukluğu yeni bir toplumsal kategoriye dönüştürmüştür (Şirin, 1998, s.9).
Burke (2004), 1990’lara kadar, çocukluk teorilerinin, “emperyalist” olarak nitelendirilen “yukarıdan aşağı” bir yaklaşımla belirlenmeye meyilli olduğunu belirtmektedir. Yazara göre bu durum, modern çocuk kadar, Ortaçağ’da çocuklukla ilgili teoriler için de geçerlidir. Çocukların kendileri, teorinin odak noktasını oluştururken, genel olarak teorinin üretimini etkilemede meşru bir ses olarak kabul edilmemiştir. Ancak, Birleşmiş Milletler (BM) Çocuk Hakları Sözleşmesi ile (1989), bu eğilimi yeniden düşünmek için bir iklim yaratılmış, sözleşmeyi izleyen dönemde çocuğun görüşlerini dinlemeye ve çocuğun genel olarak ifade özgürlüğü haklarına odaklanılmıştır. Bu durum ise bazı akademisyenlerin, çocukların, kendi çocukluk deneyimlerini yansıtmalarına olanak tanımak için araştırma yapmalarına yol açmıştır. Bu araştırmalar ise kapsayıcı araştırma metodolojileri ve yayılmaya yönelik daha demokratik çerçevelerin kullanılmasıyla sonuçlanmaktadır (Burke, 2004, s. 818).
Ülkemizde de 1995’te yürürlüğe girmesiyle taraf olduğumuz Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi ise (1989), çocukların katılım hakkı, 12. maddede aşağıdaki şekilde belirtilmektedir:
– Taraf Devletler, görüşlerini oluşturma yeteneğine sahip çocuğun kendini ilgilendiren her konuda görüşlerini serbestçe ifade etme hakkını bu görüşlere çocuğun yaşı ve olgunluk derecesine uygun olarak, gereken özen gösterilmek suretiyle tanırlar.
– Bu amaçla, çocuğu etkileyen herhangi bir adli veya idari kovuşturmada çocuğun ya doğrudan doğruya veya bir temsilci ya da uygun bir makam yoluyla dinlenilmesi fırsatı, ulusal yasanın usule ilişkin kurallarına uygun olarak çocuğa, özellikle sağlanacaktır.
Sözleşme’nin bu maddesi, çocuğun, düşüncesini özgürce açıklama hakkına sahip olduğunu da belirtmektedir. Bunun yanı sıra maddenin ikinci paragrafında, çocuğa, kendisi ile ilgili bir konudaki adli ya da idari kovuşturmada sesini duyurma ve dinlenilme fırsatından da bahsetmektedir. Madde, kısaca, çocuklara katılım hakkını tanıyarak, Taraf Devletler’e çocuklara kendilerini ifade edebilme ve özgürlüğü konusunda görev yüklemektedir.
Bunun yanı sıra, Erbay’ın ifade ettiğine göre (2013), çocuklara katılım hakkı ilk kez bu sözleşme ile gündeme gelmiştir. “Katılım, çocuğun kendini etkileyecek kararlara dâhil olması için güçlendirilmesini ve kapasitesinin artırılmasını teşvik eden bir süreçtir. Katılım ayrıca kendini ve düşüncelerini ifade etme özgürlüğünü ve temel sivil hakları içerir” (Erbay, 2013, s. 39).
(Orjinal aslından çeviri-İSTANBUL BİLGİ UNIVERSITY INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES CULTURAL MANAGEMENT MASTER’S DEGREE PROGRAM|PLAY, TOY AND TOY MUSEUMS: THE CASE OF İSTANBUL TOY MUSEUM|ELİF NUR MANKIRCI)
Referanslar:
– Rousseau, J.J. (1889/2011). Emile ya da Eğitim Üzerine. Yaşar Avunç (Çev.) İstanbul: İş Bankası.
– Huizinga, J. ( 1995/2006). Homo Ludens: Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme. İstanbul: Ayrıntı.
– Onur, B. (2013). Müze ve Oyun Kültürü. Ankara: İmge.
– Postman, N. (1995), Çocukluğun Yokoluşu. Kemal İnal (Çev.). Ankara: İmge.
– Türk Tabibleri Birliği.(n.d.) Retrieved 5 April 2018 from
http://ttb.org.tr/eweb/asi_brosur/tarih.htm
– Şirin, M. R. (1998). Çocuk Yüzlü Yazılar. İstanbul: İz.
– Burke, C. (2004). Theories of Childhood. Encyclopedia of Children and Childhood In History and Society- S-Z, 3. USA: Thomson Gale
– Erbay, E. (2013). Çocukların Katılım Hakkı Üzerine Bir Türkiye Değerlendirmesi. İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 1, 38-54.